Loading...

Ocak Nedir



Ocak Nedir ?



Ocak deyimi, sözlük anlamı bağlamında kısaca tanımlanacak olursa; 1. Ateş yanan/yakılan birim, 2. Yemek yapılan yer ya da aygıt, 3. Köylerde "evlik" denilen büyük odalarda ısınmak için başında toplanılan yer, 4. Oturma ve barınma yeri, 5. Ev, yurt, yuva, sıla, 6. Maden çıkarılan yer, 7. Belli bir amaç doğrultusunda oluşturulan, toplanılan ve görev yapılan kurum/örgüt, 8. Geleneksel olarak belli bir işi gören aile çevresi anlamlarına gelmektedir.
[1] Anlamlarına baktığımızda, kavramda belli bir anlam yoğunluğunun göze çarptığını söylemek gerekir.

Alevi-Kızılbaş toplumunda ise işlevsel olarak ocaklar, Alevi-Kızılbaş toplulukların inanç boyutuyla bağlandığı, yılın belli dönemlerinde bu toplulukların "görgü"sünü ve "sorgu"sunu yapmakla yükümlü olan, toplumu aydınlatma, sorunları çözme ve yönlendirme sorumluluğunu taşıyan, toplumun düşünce, bi-linç/inanç ve kültür dünyasını sürekli geliştiren ve anlamlı kılan, merkezi yapının oluşturduğu kurumlardan kendisini soyutlamış[2], bu topluluklarda çeşitli yaptırım, yol ve yöntemlerle toplumsal ilişki ve işleyişin düzenli yürümesini sağlayan -ya da bir deyişle aksamasını engelleyen- kurumlardır.[3] Alevi tarihi ve kültürünün açıklanması bakımından Alevi-Bektaşi ocaklarının oluşumu, geli-şimi, dağılımı ve etkinliğini irdelemek önem taşımaktadır.

Ocakların, Anadolu’da yaşanan toplumsal dönüşüm ve yeniden yapılanmanın etkisiyle, özellikle Osmanlılar’ın ilk döneminde ortaya çıkmaya başladığı söylenebilir. Sistemin adım adım kurumlaşarak ortodoks bir çizgi üzerine oturması ve heterodoks topluluklar olarak tanımlayabileceğimiz Alevi-Bektaşi-Kızılbaş toplumunun merkezi sistemden kopmasıyla oluşan o yoğun baskı ortamında, sürekli yaşanan kaç-göç sonucu, bir bakıma zorunlu olarak dedeliğin/pirliğin/babalığın "soy" yoluyla işlevini sürdürür hale geldiği görülmektedir.[4] Ortaya çıkan ocakların yaygın biçim-de o dönemlerde yaşamış kişilere dayanıyor -yani o dönemlerde yaşayan kişiler üzerinden yürüyor- olması bunun açık gösterge ve kanıtlarından biri sayılabilir.

Bu dönem genel olarak 14. ve 16. yüzyıllar arası biçiminde belirlenebilir. Yani mevcut yapıya bakıldığında bugün ocaklara temel teşkil eden baba, dede, eren ve halifelerin ağırlıkla bu dönemlerde yaşadıkları, yaygın oluşumun bu dönemlerde gerçekleştiği görülüyor. Bu durum Anadolu’da konar-göçer toplulukların adım adım yerleşikliğe geçişiyle de ilgili görünmektedir. Önemli toplumsal işlevleri olan bu tür kurumlara yerleşikliğe geçen toplulukların gereksiniminin arttığı açıktır.

"Soy yolu"yla "sürek sürdürme" geleneği öncesi, yani ocak oluşumları gerçekleşmeden önce bu görevlere, bilgi, görgü, birikim, ve olgunluk ve önderlik yeteneği gibi büyük önem taşıyan yeteneklere ve bu yükü kaldırabilecek direnç kapasitesine sahip kişilerin, "yol"u temsilen genellikle halifelik yoluyla atandığı bilinmektedir. Değindiğimiz gibi bunlar giderek belli bir süreç sonunda "ocak" haline gelmiştir. Sözgelimi Hacı Bektaş’ın ve Erdebil dergahının görevlendirdiği halkı irşad etmekle yükümlü bulunan halifeler bu duruma ilginç bir örnek olarak gösterile-bilir.[5] Bunların bir bakıma düzenin kuşatması ve koşulların dayatmasıyla süreç içerisinde ocağa dönüşümü ise üzerinde durulması gereken bir başka önemli boyuttur. Özellikle Osmanlı dönemindeki oluşum ve koşullarda, bu yapıyı -dedelik kurumunu- kurumsal olarak de-netleyen müdahele edilebilen ve yönlendiren yaygın ve sistematik ilişkiler ağı ve bir denetimci kurumun olmayışı -ya da olamayışı-, "sır"rın[6] açığa çıkmasıyla egemen kesimlerin saldırısına maruz kalma endişesi, bu nedenle korku ve tedirginlik içinde yaşanması, diğer önemli ayrıntılar olarak karşımıza çıkmaktadır.[7]

Genel durum böyle olmakla birlikte, yaygın olmasa da "ocak kültü"nün Anadolu’da ilk ortaya çıkışının "Horasan Erenleri" denilen "erenler"e dayandığı ya da bir başka deyişle, bu erenlerin bugünkü bazı ocakların ilk "nüve"leri/dayanakları olduğu ve bu erenlerin etkinliği üzerinden "Horasan kültü"nün Anadolu Alevi-Bektaşi toplumu üzerinde derin izler bıraktığı söylenebilir.[8] Değindiğimiz gibi yaygın oluşumların ise, tarihsel verilerden anlaşıldığı kadarıyla daha sonraki dönemlerde -özellikle 15 ve 16. yüzyıldan sonra- gerçekleştiği görülmektedir.[9]

Bu erenler, göçebe, yarı göçebe ve yerleşik topluluklar arasında büyük ün ve etkinliğe sahip Dede Garkın,[10] Baba Resul/İlyas, Baba İshak, Hacı Bektaş, Sarı Saltık Sultan, Sultan Mahmud Hayrani, Barak Baba, Kızıl Deli/Seyyit Ali Sultan, Haydar Sultan, Sarı İsmail Sultan, Karadonlu Can Baba/Kara Pirpat Sultan,[11] Ulu Abdal, Kiçi Abdal, Karaca Ahmet Sultan, Şah İbrahim Hacı, Abdal Musa, Baba Taptuk/Taptuk Emre, Geyikli Baba, Garip Musa, Dede Sultan,[12] Sultan Samut, Baba Mansur, Koçum Seydi/Koçum Baba, Derviş Cemal/Cemal Seyyid Sultan, Resul Baba Sultan, Güvenç Abdal, Hacım Sultan gibi babalardır.[13] Bu, "Baba" "Dede", "Sultan", "Abdal" ve "Derviş" adlarıyla anılan erenlerin "ocak kültü"nün güçlü olduğu, "od"un -yani ateşin-, yanan/tüten ocakların kutsal sayıldığı bir gelenekten geldiği açıktır. Bunların adlarındaki bu ayrıntı özellikle önemlidir; İslamiyet öncesi içinde bulundukları inanç sistemi ve gelenekle bağlarını göstermesi açısından özenle üzerinde durulması ve ayrıca değerlendirilmesi gerekir.

Dikkatle irdelendiğinde, bu erenlerle ilgili günümüze gelebilen söylence ve menkıbelerin bağrında, İslamiyet öncesi birçok motifin gizlendiği görülmektedir. Bu bakımdan "Horasan ya da Horasan Erenleri Geleneği" olarak niteleyebileceğimiz Alevi-Bektaşi inanç dünyasındaki bu gelenekte, Horasan’a da kutsal bir niteliğin yüklendiği ve bir anlamda "erenlerin anavatanı" olarak algılandığı görülüyor.

Heterodoks topluluklar dışında, başka inanç sistemlerine mensup topluluklarla da -özellikle Hrıstiyanlık içindeki aykırı akımlarla- yakın ve iyi ilişkiler içinde bulunan bu babaların, onlar üzerinde de önemli etkileri olduğu bilinmektedir. Fakat burada üzerinde önemle durulması gereken bir olgu bulunmaktadır. Kendi dönemlerinde bir çeşit bilinç taşıyıcısı ve aydınlatıcı konumunda olan bu "babalar"ın bütün etkinliklerine, saygın konum ve yol önderliklerine karşın, henüz o dönemde -yani yaşadıkları sırada- "ocak" haline gelip gelmedikleri tartışmalı bir konudur. Bize göre "ocak" haline gelmeleri Alevi-Bektaşi deyimiyle "Hakk’a yürüme"lerinden -yani ölümlerinden- çok sonra gerçekleşmiştir. Dikkatle bakıldığında bu gerçek kolaylıkla görülebilir. Sözgelimi "Hacı Bektaş Ocağı"nın oluşumu bunun çok açık örneklerinden biridir. Bu yöndeki oluşumun en önemli nedenlerinin başında kuşkusuz dönemin karmaşık, çatışmalı, göç ve kıyımlarla dolu ortamında yerlerinin kolaylıkla doldurulamayışı gelmektedir.

Şah Haydar ve Şah İsmail Hatayi’nin büyük etkinliğiyle birlikte Anadolu’daki ocakların özellikle 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren iki büyük merkeze bağlandığı görülmektedir. Bunlar, Erdebil ve Hacı Bektaş dergahlarıdır. Eğilimin, etkinlik durumuna, baskın ilişkilere göre yer yer değiştiğini de söylemek mümkündür. Birbirine son derece saygılı olmakla birlikte duruma göre bir kısım ocakların Erdebil dergahına,[14] bir kısım ocakların Hacı Bektaş dergahına bağlandıkları görülüyor. Sonraki dönemlerde buna Şücaaddin Veli Ocağı’na bağlı olarak oluşan[15] Hasan Dede dergahının eklendiği de söylenebilir.[16] Sözgelimi Tokat bölgesindeki tanınmış ocaklardan Hubyar ocağının, Tahtacı ocaklarından Yanyatır ve Hacı Emirli ocaklarının ve Anadolu’daki diğer birçok ocakların bağlandığı merkezler konusunda farklılıklar bulunması, bu durumun açık bir örneğidir. Bu ocaklar arasında Malatya bölgesinde bulunan Mineyik Ocağı gibi başına buyruk bir görünüm sergilemeye çalışanlar da vardır.[17]

Kırsal alan Aleviliğinde ocakların iki büyük öbeğe ayrıldığı görülüyor. Bunlar; 1. Mürşid Ocağı, 2. Pir/Dede Ocağıdır. Bunlar dışında rehberlik kurumu, bazı çevrelerde ocak olarak algılansa ve değerlendirilirse de bizim yakından gözlemlediğimiz alanlarda "kapı" olarak adlandırılmaktadır. Sözgelimi "Rehberlik Kapısı" gibi... Özellikle Orta Anadolu Alevi topluluklarında yaygın olarak bu deyimin kullanıldığına tanık olduk. Bu alanlarda, örneğin bir Aleviye, dedesinin/pirinin kimliğine ilişkin "hangi ocağa bağlısın?" şeklinde soru sorulurken, rehberle ilgili olarak "rehberlik kapısı"nın kim olduğu sorulmaktadır. Bir başka deyişle, rehberlik ocağının kim olduğu şeklinde bir sorunun sorulmadığı görülmektedir. Bu durumdan "rehberlik kapısı"nın "ocak" olarak algılanmadığı sonucu çıkarılabilir. Çünkü ocak olarak algılansa, doğrudan bu şekilde tanımlananacağı da açıktır. Bu bağlamda rehber kapısının ocak olarak algılanması ve tanımlanmasının isabetli bir yaklaşım olup olmadığı üzerinde düşünmenin yararlı olacağı kanısındayız.